13 Mart 2007 Salı

DÜNYANIN İÇİNDE BİR YER

Neresi olursa olsun! Yeterki bu dünyanın içinde bir yer olsun. Çünkü insanın anlamı bu dünyanın içindedir. Varoluşumuzu bu dünya içinde yaptıklarımız belirler, oluşturur. Bu dünya içinde doğmamız, yaşamamız bir tesadüf ya da raslantı değildir. Dünyayı, onun yapısını, yasalarını, kökenlerini, anlamını düşündüğümüzde, onu gözlemlediğimizde, herşeyin nasılda insan varoluşuna dayandığını görürüz. -Tabiki bitkilerin ya da hayvanların varoluşlarını gözardı etmiyorum, sadece konumuz farklı- Dinsel inançlara göre dahi, bu dünya içinde yaptıklarımız, yapmadıklarımız ve seçimlerimize yani varoluşumuza göre öte dünyamız belirlenir. Bu da hayatımızın anlamının bu dünyanın içinde olduğunun göstergesidir.
Hayatın kendisi bir apartman boşluğuna benzer.Merdivenleri, aydınlığı, karanlığı, inişleri, çıkışlarıyla varoluşumuz doldurur bu boşluğu. Ve varoluş başlı başına ayrı bir şeydir varlıktan. Varoluşun çift yönlülüğünün ve insanın çift katmanlılığı en önemli tezahürünü Apollon/ Dionisos karşıtlığında bulur kendini. Aslında bu karşıtlık bir ayrılık, uzaklık değildir, birlikteliktir. Sahici su sınırlandırılmış sudur. Apollon bir bardak sudur. İnsan yaratımı bir kabın şeklini almış, onun içine hapsolmuştur, ancak bu gönüllü bir hapisliktir. Tuhaf bir hoşnutluk duyar Apollon bu hapsolmuşluktan. Dionisos ise, Azgın bir nehir gibidir, yatağına bile hapsolmak istemez, sürekli parçalar onu, sık sık taşar, hem kendi yatağını hem de insan yaratımı her şeyi yıkmak ister. Aslında asıl amacı onlara yaniden şekil vermektir, yeniden yeniden yeniden yıkmak ve yaratmaktır. Dionisos, İnsanın hem çekiç hem de taş olmayı öğrenmesidir. İnsanın ve kentlerin varoluşu buradan geçer. Varoluşumuzu kendimiz şekillendirmek istiyorsak, her gün kendimizi yıkıp yeniden ve yeniden inşa etmeliyiz. Zaten her inşa bir yeniden inşa değil midir?
İnsan kentlerde, varoluşları gördükleri işle tanımlanmış ve herbirinin tepesinde bir değer ya da bir fiyatın yazıldığı halelerle dolaşan kesin nesnelerle çevrildiğinde kendine güven duyar: Bu nesneler olmak istediği şeyin, yani doğrulanmış bir gerçekliğin yankısını yollar ona. Bu duygu, yaşadığım süre boyunca, gerek ruh gerekse beden yönünden, hep uçurum duygusu içinde olmama neden oldu: Yalnız uykudaki uçurum değil, eylemdeki, düşteki, anıdaki, istekteki, pişmanlıktaki, acımadaki, güzeldeki, sayıdaki uçurum. Göz kararması düşme korkusundan farklı bir şeydir. Bizi çağıran, kışkırtan, altımızdaki boşluğun sesidir. Göz kararması düşme arzusudur, bu arzunun karşısında dehşete kapılır, kendimizi korumaya çalışırız.Heran düşüvereceğin bir varoluşa sahip olmak ne kadar zor bir şeydir bilebilirsiniz. Çünkü gösterişçi tüketim toplumunun bireyleri olarak bu tarz bir varoluş hiçbirimize yabancı değil. Kendi gözümüzde yeterince varolamamaktayız. Aynadaki yüzümüz, göremeyeceğimiz kadar alışık olduğumuz bir yüz; düşüncelerimiz pek yakınımızda akıp gitmektedir; bu yüzden onları yargılayamıyoruz. Kendi kendimizle doluyuz, ama yinede sahip olamamaktayız kendimize. Demek ki asıl çabamız kendi kendimizi yeniden ele geçirme çabası olmalıdır. Kendi kendimizi yaniden ele geçirdikten sonra ne yapacağımızı zaten yol haritamız bize gösterecektir, bize gereken hem çekiç hem de taş olmayı öğrenebilmektir.

Hiç yorum yok: