11 Ocak 2008 Cuma

Uzun zamandır görüşemiyorduk. Hayatın yoğunluğu izin vermiyordu. yeni projeler peşindeyim. Dostlarımla bir araştırma ve çalışma grubu kuruyoruz. Çok güzel olacağına inanıyorum. umarım herşey daha güzel olur. Herkese selamlar.

2 Kasım 2007 Cuma

Özgür Kitaplar Ve Yeniden

Evet, kitaplarım uzun aradan sonra özgürlüğüne kavuştu. Uzun süren tutsaklığın yorgunluğu vardır üzerlerinde ama bildikleri ve unutmadıkları düzenlerine kavuştukları anda zor olmadı bu yorgunluğun silinmesi. Evet artık kitaplarım özgür ve ben de uzun zaman sonra gerçekten eskisi gibi okumaya başlayabildim. Boş geçen son iki yılımın acısını çıkartıyorum.artık paylaşacak daha çok şeyim olacak. Görüşmek üzere.

8 Ekim 2007 Pazartesi

Yalnızlık

Özlemeler hasret çekmeler eskiyi özleyip elde olmadan yenilenmişliklere kavuşmalar ulaşılan yeni hayal kırıklıkları birileri üzülmesin diye girilen yeni yollar kendinden vazgeçmeler, kendin olmaya karar vermeler bu defa kendi isteklerime gidiyorum diye çıkılan yeni yollar çıkılan yeni yollarda kesişen yeni hayatlar, yeni hayatların getirdiği yeni fedakarlıklar kendi kimliğinden ödün vermeler, gene kendin olamamanın farkına vararak bulunduğun yerden uzaklaşmalar kendinden mi bir başkasından mı kaçmanın dengesizliğiyle ulaşılan bilinmezlikler. Yol gene aynı yol hayat gene benim hayatım ama sıfıra sıfır elde var yalnızlık. Yalnızlığın tercihim değil kaderim olduğunu anladım bu gece, ne düşündüğümü ne istediğimi bilmediğim anlardan biri değil geldiğim nokta hatta belki de kendimin en farkında olduğum anlardan biri içinde bulunduğum. Yalnızlığın ne olduğunu kavradığım nokta bir başka deyişle yalnızlığı göze almak kendim olmayı göze almakla ilişkili birazda. İnsanın kendisinin farkına varması zor olan, yaşamın akıp gittiğinin değil kendisinin o yaşamın içinde olduğunun fakına varması ve nereye gittiğini sorgulaması içinde bulunduğu zamanın. Zaten bir şeyleri sorgulamaya başlaması insanı farklılaştıran. Toplumu oluşturan çoğunluğun oldurulduğu gibi olmayan, kendisinden kaçmayan, sıradanlıkları sıkıcı bulanlar yalnızlığa sürüklenenler. Sanılmasın ki yalnızlık dediğim bütün insanlardan uzaklaşmak kimseyle konuşmamak, hayatın içinde ama diğerleri gibi olamamak, olmamayı tercih etmek benim anlatmak istediğim sıradan olmamak aslında, başkalarının belirlediği kalıplara sığamamak Hayatın içinde olan her şeyi kavramak yaşamış olmak için yaşamamak yada. Peki neden yalnızlığı ihtiyaç hissederken bazıları, bazıları içinse en dayanılmaz duygu oluverir yalnızlık? Hayata karşı bulunması gereken mesafe belki de yalnızlık dediğimiz şey çünkü bazen durup ta belli bir uzaklıktan bakamazsak olaylara işte o an dayatmaların seline kapılıp gitmişiz demektir, kendimizden uzaklaşmış tek bir kalıptan çıkmışçasına bilmemeyi ve düşünmemeyi marifet sayan mutsuz tüketim selinin arasına kapılmışız demektir. Zor olan kendini yani yalnızlığı seçmektir kendine dahi itiraf edemeyecek hiçliklere sahip olanlarsa sürüklenip dururlar kalabalıkların deryasında. Küçükte olsa bir başlangıç yapmaktı sanırım asıl olan kendimi paylaşmak adına
Der Mensch

5 Ekim 2007 Cuma

HAYATIN KIYISINDA VAROLUŞUN ORTASINDA

Bir aşk için yapabilecegin herseye inanıyorsan ve buna ragmen hala yalnızsan, için rahat olsun. Giden zaten gitmeyi kafasına koymuştur ve onun için ne yaparsan yap, nelere katlanırsan katlan,onun için yaptıkların onun dudagında hafif bir gülümseme yaratmaktan baska hiçbir şey işe yaramayacaktır. Sen kendini paralarken o herzaman ona ulaşman için şartlar koymaya ve gitmek için,seninle olmamak için bahaneler bulmaya hazırdır. Hani ağzınla kuş tutsan 'BU KUŞUN KANADI NEDEN BEYAZ DEGİL 'diye bir soruyla bile karşılaşabilirsin. İkiucu keskin bıçaktır bu işin sonu. Yaptıklarınla degil yapmadıklarınla yargılanırsın herzaman. Bu mahkemede hafifletici sebepler yoktur. İyi halin cezanda indirim saglamaz. Sen 'AMA SENİN İÇİN ŞUNU YAPTIM DERKEN' derken o, 'AMA ŞUNU YAPMADIN' diye cevap verecektir ve sen ne söylesen karşılıgında mutlaka başka bir iddaayla karsılasıcaksındır. Üzülme, sen aşkı yaşanması gerektigi gibi yasadın. Özledin, içtin, ağladın, güldün, şarkılar söyledin, düşündün, şiirler yazdın. 'PEKİ O NE YAPTI' deme. Herkes kendinden sorumludur aşkta. Sen aşkını doya doya yaşarken o kendine engeller koyuyorsa bu onun sorunu. Bir insan eksik yaşıyorsa ve bu eksikliği bildiği hade tamamlamak için uraşmıyorsa sen ne yapabilirsinki onun için? Hayatı ıskalama lüksün yok senin. Onun varsa bırak o lüksü sonuna kadar yaşasın. Her zamanki gibi yaşayacaksın sen. 'ACILARA TUTUNARAK'yaşamayı ögreneli çok oldu. Hem nolmuş yani ,yalnızlık okadar kötü bişey degil. Sen mutlulugunu hiç bir zaman bir tek kişiye baglamadınki.... Epeydir eline almadıgın kitaplar seni bekliyor. Kitap okurken de mutlu oluyorsun unuttun mu? Kentin hiç görmedigin yeni sokaklarında gezip yeni yaşamlara tanık olmak da keyif verecek sana. Yine içiceksin rakını balıgın yanında.Üstelik diledigin kadar sarhos olmakta cabası.... Sen yüreginin sesini dinleyenlerdensin ve biliyorsun aslolan yürektir. Yürek sesi ne bilmeyenler, ya da bilipte duymayanlar acıtsada içini unutma; yaşadıgın sürece o yürek var olacak seninle birlikte. Sen yeterki koru yüregini ve yüreginde taşıdıgın sevda duygusunu. Elbet bitecek güneşe hasret günler ve ozaman kutuplarda yetişen cılız ve minik bitkiler degil, GÜNEŞİN ÇİÇEKLERİ DOLDURACAK YÜREĞİNİ.........

30 Ağustos 2007 Perşembe

Sorularla Düşünmek

Yine kafama takıldı da bu postmodernizm dedikleri şeyin dayattığı çok boyutluluk ve parçalılık modernizmin dayattığı tek boyutluluk ve tekillikle aynı yere çıkmıyor mu? Sonuçta postmodernizmde modernizmin düştüğü aynı tuzağa farklı bir yerden düşmüyor mu? Son tahlilde postmodernizm modernizmin bir tersten okuması konumuna düşüp, ona içsel bir durum olmuyor mu? Bugün postmodernizm diye yaygara koparılan tüm olguların kökenleri modern dönemde saklı değil mi? Postmodernizm yaptıkları, söyledikleri ve eleştirdikleri ile yeni bir meta anlatı yaratmıyor mu?.....Neyse ardı arkası gelmiyor, ben düşünmeye devam edeyim.
Yine kafama takıldı da bu postmodernizm dedikleri şeyin dayattığı çok boyutluluk ve parçalılık modernizmin dayattığı

25 Temmuz 2007 Çarşamba

Flaneur Yada Yeniden Yollara Düşmek

Bir kente sevdalanmak nedir bilir misiniz? Ben işte böyle bir tutkunun esiri oldum. Bu kenti uzaktan gördüğüm anda içimi tuhaf bir ürperti kaplar ve bu ürperti göğüs boşluğumdan tüm vücuduma yayılır. Ama bir flaneur'ün kaderidir köksüzlük, yersiz yurtsuzluk. Aslında kader demek de yanlış olur bu duruma, çünkü bir flaneur kendi yapıp etmeleriyle ve seçimleriyle gelir bu noktaya. Pişmanlık mı, yoktur flaneur'ün lügatında, o hayata evet demeyi seçmiştir çünkü. Hayat bazı insanları filozof olmaya zorlar,onlar sıradan insan olmaya çabaladıkça daha da dalarlar bu dünyanın derinliklerine. Bu bir insanın bataklıktan kurtulmaya çalışması gibidir, debelendikçe daha derinlere çeker bataklık insanı. Ancak felsefeyi bataklığa benzetmek değil amacım, yanlış anlaşılmasın. Evet dostlar yine yollar çıktı önüme bakalım bu ihtiyar zihin daha ne kadar taşıyacak bu bedeni yollarda. Zira uçurumun kenarındaki köksüz ağaç gibidir flaneur'ün varoluşu. Çılgınlığa teslim ediverir bir anda varoluşunu, tüm eski deliler yada tüm flaneur filozoflar gibi.

23 Temmuz 2007 Pazartesi

Sadece Ben Varım

Son günlerde yaşadıklarım insanın ne kadar yalnız bir varlık olduğunu anlamamı sağladı. Yada daha doğru bir ifadeyle aslında yalnızlığın insan için varoluşsal bir olgu olduğunu kavradım. Özgün, bireysel varoluşumuzu oluşturmak istiyorsak öyle bir yerde öyle bir şekilde yaşamalıyız ki hiç bir varoluş süreci yaşanmasın kendimizinkinden başka. Yani insan varoluşu öyle sancılı bir süreç ki, hem sosyal bir varlık olacaksın hem de varolacaksın. Şunu söyleyebilirim ki ''toplum Sözleşmesi'' imzalandığından beri daha az varoluyoruz, daha çok varediliyoruz. Yalnızız, iliklerimize kadar işliyor soğukluğu, ama ne varız ne de yok. Bir tercih yapmalıyız yalnızlaşıp taşlaşacak mıyız, yokoluşa mı sürükleneceğiz, varoluşumuzu özgürce inşa mı edeceği yoksa insan sıcaklığına mı sığınacağız? Aslında varoluşu tersyüz etmek benim yaptığım. Ama ne yazık ki çift boyutlu bir süreç varoluş ve kaçamıyor insan hiçbir boyutta varolmaktan. İstesekte istemesekte insanların içinde de olsak onlardan kaçsakta varoluyoruz. İnsanlardan uzaklaşsakta insanlığımızdan da kaçamayız ya. Nafile bir yazı oldu yine, yine kendi kendimi alt ettim. Görüşmek üzere.....

7 Temmuz 2007 Cumartesi

İşte Benim Favori Rubaim

389. Akılla bir konuşmam oldu dün gece; Sana soracaklarım var, dedim; Sen ki her bilginin temelisin, Bana yol göstermelisin. Yaşamaktan bezdim, ne yapsam? Birkaç yıl daha katlan, dedi. Nedir; dedim bu yaşamak? Bir düş, dedi; birkaç görüntü. Evi barkı olmak nedir? dedim; Biraz keyfetmek için Yıllar yılı dert çekmek, dedi. Bu zorbalar ne biçim adamlar? dedim; Kurt, köpek, çakal, makal, dedi. Ne dersin bu adamlara, dedim; Yüreksizler, kafasızlar, soysuzlar, dedi. Benim bu deli gönlüm, dedim; Ne zaman akıllanacak? Biraz daha kulağı burkulunca, dedi. Hayyam' ın bu sözlerine ne dersin, dedim; Dizmiş alt alta sözleri, Hoşbeş etmiş derim, dedi.

Hayyam'dan...

60. Öldürmek de, yaşatmak da senin işin; Bu dünyayı gönlünce düzenleyen sensin. Ben kötüyüm diyelim, kimde kabahat? Beni böyle yaratan sen değil misin? 71. Nerde yüreği tertemiz uyanık insan? Nerde güzel düşünceler ardında koşan? Herkes kendi kafasının kulu kölesi: Hangi Tanrının kulu, nerde o kahraman? 73. Yüce varlık bize bir beden verince Sevmesini öğretti her şeyden önce Sonra şu delik deşik yüreğimize Mana incileri sakladı binlerce. 74. Niceleri geldi, neler istediler; Sonunda dünyayı bırakıp gittiler; Sen hiç gitmeyecek gibisin, değil mi? O gidenler de hep senin gibiydiler. 80. Dert çekme boşuna, hep gül de yaşa; Zulüm yolunda hakkı bul da yaşa; Sonu yokluk madem bu dünyamızın Yok bil kendini, özgür ol da yaşa. 108. İnsan son nefese hazır gerekmiş: Nasıl ölürse öyle dirilecekmiş. Biz her an şarap ve sevgiliyleyiz: Böylece dirilirsek işimiz iş. 112. Dostum, gel yarına kanmayalım biz; Günümüzü gün edelim ikimiz. Yarın çekip gettik mi şu konaktan Yedi bin yıl önce gidenlerleyiz. 120. Dün özledim de seni coştum birden bire; Çıktım senin yerin dedikleri göklere. Bir ses yükseldi ta yukarıda, yıldızlardan: Gafil, dedi; bizde sandığın Tanrı sende! 155. Öldük, dünyayı şaşkın bırakıp gittik; Yüzlerce incimiz vardı delinmedik. Sersemliği yüzünden bilgisizlerin Renk renk düşünceler kaldı söylenmedik. 160. Dinle dinsizliğin arası bir tek soluk; Düşle gerçeğin arası bir tek soluk. Aldığın her soluğun değerini bil Bütün yaşamak macerası bir tek soluk.

6 Temmuz 2007 Cuma

LAVİNİA

LAVİNİA Sana gitme demeyeceğim Üşüyorsun ceketimi al Günün en güzel saatleri bunlar Yanımda kal Sana gitme demeyeceğim Gene de sen bilirsin Yalanlar istiyorsan yalanlar söyleyeyim İncinirsin Sana gitme demeyeceğim Ama gitme Lavinia Adını gizleyeceğim Sen de bilme Lavinia Özdemir ASAF

YERÇEKİMLİ KARANFİL

YERÇEKİMLİ KARANFİL Biliyor musun az az yaşıyorsun içimde Oysaki seninle güzel olmak var Örneğin rakı içiyoruz, içimize bir karanfil düşüyor gibi Bir ağaç işliyor tıkır tıkır yanımızda Midemdi aklımdı şu kadarcık kalıyor. Sen o karanfile eğilimlisin, alıp sana veriyorum işte Sen de bir başkasına veriyorsun daha güzel O başkası yok mu bir yanındakine veriyor Derken karanfil elden ele. Görüyorsun ya bir sevdayı büyütüyoruz seninle Sana değiniyorum, sana ısınıyorum, bu o değil Bak nasıl, beyaza keser gibisine yedi renk Birleşiyoruz sessizce. Edip CANSEVER

MASA DA MASAYMIŞ HA

MASA DA MASAYMIŞ HA Adam yaşama sevinci içinde Masaya anahtarlarını koydu Bakır kaseye çiçekleri koydu Sütünü yumurtasını koydu Pencereden gelen ışığı koydu Bisiklet sesini çıkrık sesini Ekmeğin havanın yumuşaklığını koydu Adam masaya Aklında olup bitenleri koydu Ne yapmak istiyordu hayatta İşte onu koydu Kimi seviyordu kimi sevmiyordu Adam masaya onları da koydu Üç kere üç dokuz ederdi Adam koydu masaya dokuzu Pencere yanındaydı gökyüzü yanında Uzandı masaya sonsuzu koydu Bir bira içmek istiyordu kaç gündür Masaya biranın dökülüşünü koydu Uykusunu koydu uyanıklığını koydu Tokluğunu açlığını koydu. Masa da masaymış ha Bana mısın demedi bu kadar yüke Bir iki sallandı durdu Adam ha babam koyuyordu.

OKUMAK

Bir kitap, bir bardak demli çay ve yağmurlu bir gökyüzü düşlüyorum uzun zamandır. Düş düşkünlüğüme rağmen çok az düş görmeye, hayalsiz kalmaya başladım. Bu çok üzücü, çok uyumaya başladım son zamanlarda. Hayallerim azaldıkça göz kapaklarım ağırlaşır oldu. Hayalsiz günler, düşsüz geceler, sıkıntılı günler ve kabuslu geceler geçirmenin ağırlığı var üzerimde. Buna bir de kitapsızlık eklenince zor zamanlar yaşıyor insan. Artık vakti geldi bir kitabın sayfaları arasında huzuru bulmanın. Kitapsız kalmayın.

2 Temmuz 2007 Pazartesi

Ah Biz Erkekler

Ah biz erkekler, hep gücün ve iktidarın peşinde koşarız bir ömür boyu. Attığımız her adım, aldığımız her karar, söylediğimiz her söz, kurduğumuz her iletişim ve tüm davranışlarımızın altında güç istemi vardır aslında. Daha da ileriye gideyim, hani o saf, temiz, zaman zaman da melankolik aşklarımız ve diğer tüm duygusallığımızında temelinde bu gücü arzulayışımız yatmaktadır. Peki neden bu kadar düşkünüz güç mücadelesine, yarışmaya ve rekabete? Aslında bir değil bir çok soru işareti barındırıyor bu soru içinde. Bu konuya pek çok farklı perspektiften bakılıp, değişik noktalara çıkılabilir. Ancak asılçarpıcı ve şaşırtıcı olan: Hayatının odağına böylesine güç istemini yerleştiren erkeğin, günün birinde tüm özgürlüğünü bir kadının kolları arasında, hem de kendi isteğiyle, hiçbir zoprlama olmadan yitirivermesidir. Düşünelim bu konuyu, nafile olsada,belkide bu bize Eros'un bir tuzağıdır. Ne diyelim '' Evleniyoruz, Mutluyuz...''

26 Haziran 2007 Salı

Sonsuz İstekler

Havalar ne kadar da boğucu, işler ne kadar da sıkıcı, böyle zamanlarda sadece okumak istiyor insan. Sadece okuyarak mutlu olduğu günleri özlüyor. Ne güzel günlerdi o günler, mutluluğa bir kap yemek ve yemekten kısılarak alınan bir kaç kitabın çay buğusuna karışan kokusu yeterdi. Bir kitap aldım mı parmak uçlarımda seke seke koşardım eve, bir an önce kitabı karıştırıp okumaya başlamanın heyecanıyla. Bazende Kozahanda müdavimi olduğum kestane ağacının altında eskitirdim kitapları, özelliklede cumartesileri üstadlar arasında kitap okumanın tadı hiçbir şeyde yoktu. Evde odanın dört bir yanına yayılmış klitapların yaydığı koku ve huzur oda toplamaktan kaçmaktanmı yoksa kitaplarla komünalbiryaşama geçme isteğinden midir nedir beni alıkoyardı kitapları toplayıp rafa hapsetmekten. Güzel günlerdi, istekleri şimidikinden çok farklıydı, arzular sonsuz değildi. Havalarda bu kadar boğucu değildi sanırım ve üzmüyordu beni tembellik yapmak. dedim ya güzel günlerdi, bohem zamanlarım....

4 Haziran 2007 Pazartesi

ŞİMDİ GELDİM....

Farkındayım çok uzun zaman oldu, yazamadım. Ancak önemli sebeplerim vardı. Her insan zaman zaman yaşar böyle şeyleri. Yaklaşık iki aydır ben pek bana uğramıyordum. Bende beklemektense kendimin peşine düşüp bulmaya çalıştım. Yakaladımda, ama unutmayalım ki bu arayış hayatın ta kendisi. İnsanın kendini arama yolculuğu hiç bitmiyor ki... Varoluş yoolculuğumuz sürdüğü müddetçe bu arayış ta sürüyor. Aslında insanın kendini arayış mücadelesi varoluş yolculuğumuzun en önemli ve en eski parçalarından biri. İnssanın kendini arayışının tarihi neredeyse insanın tarihiyle yaşıt. Ve bu arayış insanın hayatın anlamını keşfetme çabasıyla herzaman kolkola gitmiştir. İşte bende biran için kendimi yanımda göremeyince telaşa kapıldım ve düştüm yollara. Merak etmeyin artık buradayım hem de sık sık.
Sorusuz kalmamanız dileğiyle.....

17 Nisan 2007 Salı

Son Günah: Pişmanlık Ve Acımak

Yıldız Ahlakı: Sen ki yörüngene bağlısın, nene gerek gece! a yıldız! Zamanın içinde mutlulukla dön git! Aldırma zamanın güçlüğüne, çetinliğine! Dünyaların en uzağına gidecek ışığın: Acımak günah olsa gerek senin için. Tek bir yasan var: Temiz olmak, duru olmak.
F. W. Nietzsche
Geçmişe dönük bir muhasebeye giriştiğimizde o kadar çok pişmanlık ve acıma çıkar ki karşımıza, bizi bugünden ve yarından eder.Elbette her insanın tarihçesi alınması gereken bir yığın dersle doludur. Fakat kişisel tarihimize dönük böylesi bir bakış açısı bizi yanlışa ve melankolik bir ruh haline iter. Bu noktada işin içine bir de acıma duygusu girerse, işte o anda içinde bulunduğumuz durum iyice karmaşık ve ümitsiz bir hal alır. Acıma duygusu üstinsanın son ve en büyük günahıdır. İnsan sıyrılmak istediği ahlakın değerlerini sorgularken ve hatta yıkarken son bir tuzak olarak acıma duygusuyla karşılaşır. Eğer insan üstinsana giden yolda bu son engeli aşamaz, Bu son tuzağa düşer ve bu son günahından kurtulamazsa, aşılmakta olan ahlakın değerleri gerisin geriye dönecek ve varoluşumuzu tekrardan kuşatacaktır. İşte tam bu anda imdadımıza Amor Fati (kader sevgisi) yetişecektir. Eğer herşeyiyle kişisel tarihimize evet der ve onu kucaklarsak , pişmanlıklarınmızı ve bizi uçuruma sürükleyen acıma duygumuzu aşabiliriz. Şunu unutmamalıyızki doğrusuyla, yanlışıyla, iyisiyle, kötüsüyle, iyinin ve kötünün ötesinde yaşamaya çalıştıklarımızla bu hayat, bu tarih ve bu varoluş bizim. Bize düşen attığımız her adımın, yaptığımız her tercihin, her sözümüzün, her hikayemizin varoluşsal öykümüzün bir parçası olduğunu unutmamak ve tüm bunların varoluşsal hikayemizin oluşumunda bir payı olduğunu, bügün bu insan olmamızda pişmanlık duyduğumuz hareketlerimizin de olduğunu bilmektir. İşte bu yüzden dostlar Kaderimizi kucaklamalı ve hayata kocaman bir EVET demeliyiz.

13 Mart 2007 Salı

DÜNYANIN İÇİNDE BİR YER

Neresi olursa olsun! Yeterki bu dünyanın içinde bir yer olsun. Çünkü insanın anlamı bu dünyanın içindedir. Varoluşumuzu bu dünya içinde yaptıklarımız belirler, oluşturur. Bu dünya içinde doğmamız, yaşamamız bir tesadüf ya da raslantı değildir. Dünyayı, onun yapısını, yasalarını, kökenlerini, anlamını düşündüğümüzde, onu gözlemlediğimizde, herşeyin nasılda insan varoluşuna dayandığını görürüz. -Tabiki bitkilerin ya da hayvanların varoluşlarını gözardı etmiyorum, sadece konumuz farklı- Dinsel inançlara göre dahi, bu dünya içinde yaptıklarımız, yapmadıklarımız ve seçimlerimize yani varoluşumuza göre öte dünyamız belirlenir. Bu da hayatımızın anlamının bu dünyanın içinde olduğunun göstergesidir.
Hayatın kendisi bir apartman boşluğuna benzer.Merdivenleri, aydınlığı, karanlığı, inişleri, çıkışlarıyla varoluşumuz doldurur bu boşluğu. Ve varoluş başlı başına ayrı bir şeydir varlıktan. Varoluşun çift yönlülüğünün ve insanın çift katmanlılığı en önemli tezahürünü Apollon/ Dionisos karşıtlığında bulur kendini. Aslında bu karşıtlık bir ayrılık, uzaklık değildir, birlikteliktir. Sahici su sınırlandırılmış sudur. Apollon bir bardak sudur. İnsan yaratımı bir kabın şeklini almış, onun içine hapsolmuştur, ancak bu gönüllü bir hapisliktir. Tuhaf bir hoşnutluk duyar Apollon bu hapsolmuşluktan. Dionisos ise, Azgın bir nehir gibidir, yatağına bile hapsolmak istemez, sürekli parçalar onu, sık sık taşar, hem kendi yatağını hem de insan yaratımı her şeyi yıkmak ister. Aslında asıl amacı onlara yaniden şekil vermektir, yeniden yeniden yeniden yıkmak ve yaratmaktır. Dionisos, İnsanın hem çekiç hem de taş olmayı öğrenmesidir. İnsanın ve kentlerin varoluşu buradan geçer. Varoluşumuzu kendimiz şekillendirmek istiyorsak, her gün kendimizi yıkıp yeniden ve yeniden inşa etmeliyiz. Zaten her inşa bir yeniden inşa değil midir?
İnsan kentlerde, varoluşları gördükleri işle tanımlanmış ve herbirinin tepesinde bir değer ya da bir fiyatın yazıldığı halelerle dolaşan kesin nesnelerle çevrildiğinde kendine güven duyar: Bu nesneler olmak istediği şeyin, yani doğrulanmış bir gerçekliğin yankısını yollar ona. Bu duygu, yaşadığım süre boyunca, gerek ruh gerekse beden yönünden, hep uçurum duygusu içinde olmama neden oldu: Yalnız uykudaki uçurum değil, eylemdeki, düşteki, anıdaki, istekteki, pişmanlıktaki, acımadaki, güzeldeki, sayıdaki uçurum. Göz kararması düşme korkusundan farklı bir şeydir. Bizi çağıran, kışkırtan, altımızdaki boşluğun sesidir. Göz kararması düşme arzusudur, bu arzunun karşısında dehşete kapılır, kendimizi korumaya çalışırız.Heran düşüvereceğin bir varoluşa sahip olmak ne kadar zor bir şeydir bilebilirsiniz. Çünkü gösterişçi tüketim toplumunun bireyleri olarak bu tarz bir varoluş hiçbirimize yabancı değil. Kendi gözümüzde yeterince varolamamaktayız. Aynadaki yüzümüz, göremeyeceğimiz kadar alışık olduğumuz bir yüz; düşüncelerimiz pek yakınımızda akıp gitmektedir; bu yüzden onları yargılayamıyoruz. Kendi kendimizle doluyuz, ama yinede sahip olamamaktayız kendimize. Demek ki asıl çabamız kendi kendimizi yeniden ele geçirme çabası olmalıdır. Kendi kendimizi yaniden ele geçirdikten sonra ne yapacağımızı zaten yol haritamız bize gösterecektir, bize gereken hem çekiç hem de taş olmayı öğrenebilmektir.

9 Mart 2007 Cuma

Artık Zamanı Geldi Bu Yolculuğun

Uzun bir zaman önce başladığım, ancak kısa bir zaman önce sizinle paylaşmaya başladığım, varoluşun kökenlerini arama yolculuğunda, yol haritasının temel köşe taşlarını verdikten sonra artık sıra bu yolculuktaki sorularımızı sormaya ve cevaplarımızı aramaya geldi, diye düşünüyorum. Sormaya öncelikle varoluşun kendisinin ne olduğu sorusuyla başlamak gerekiyor. Varoluşun kaçınılmazlığı onu sıkıcı ve korkutucu yapıyor mu sorusuyla sürdürmekte yara var. Varoluşu bir duvar olarak betimlersek, bu duvarın harcı ve yapıtaşları nelerdir acaba? Varoluşsal hikayemiz oluşurken başka hangi hikayelerle örüntü halinde ve elimizi kolumu bağlamaya çalışan örüntülerden biride ''kaderimiz'' mi acaba? Bu varoluşssal hikayeler örüntüsü içinde yükselen varoluş duvarını inşa ederken ya da hikayemizi yazarken kalemi ne ölçüde kendi elimize almamız mümkün? Varoluş duvarımızın çevresine örülen setleri ''yıkıp'' yeniden inşa etmek mümkün mü, bunun yolu nereden geçer? Edilgen, Yönlendirilen olmaktan çıkıp, yıkan, inşa eden nasıl olunur? Ah! Bu ve bunlar gibi onlarca soru dolduruyor zihinimi, ama onlardan kurtulmak gibi bir amacım yok, aksine onlarla yüzleşmek, hatta onların peşine düşmek istiyorum. Haydi yol arkadaşlarım hep beraber devam edelim bu içsel yolcuğumuza......

8 Mart 2007 Perşembe

GECE TÜRKÜSÜ

Gecedir:
Yüksek sesle konuşuyor tüm fışkıran çeşmeler şimdi.
Ve benim ruhum da bir çeşmedir fışkıran.
Gecedir:
Yeni uyanıyor sevenlerin türküleri.
Ve benim ruhum da bir sevenin türküsüdür.
Dinmeyen, dinme bilmez bir şey var içimde, ses olmak istiyor.
İçimde sevgiye susamışlık var,
sevginin dilini konuşuyor kendisi.
Işığım ben:
Gece olaydım keşke!
Ama budur işte benim yalnızlığım,
çepeçevre ışıkla sarılmış olmam.
Ah, karanlık olaydım, gece olaydım!
Nasıl emerdim ışığın memelerinden!
Üstelik kutsardım bir de sizleri, ışıl ışıl yıldızcıklar, ateşböceklerini göğün!
O ışıktan armağanlarınızla mutlu olurdum.
Ama öz ışığımla yaşıyorum ben, gene ben içiyorum benden taşan alevleri.
Bilmiyorum almadaki mutluluk nedir;
çoğu zaman bana öyle geldi ki, çalmak daha da büyük mutluluktur almaktan.
Budur benim yoksulluğum, elim durup dinlenmeden bağışlıyor;
budur çekemediğim, bekleyen gözler görüyorum hep,
özleyişin aydınlanmış gecelerini.
Vay, bağışlayanların mutsuzluğu, vay!
Güneşimin kararması!
Vay susamaya susamış olmak!
Vay açlıktan kıvranmak doymuşluğun içinde!
Gerçi benden alıyorlar:
Ama elim ruhlarına dokunuyor mu daha?
Bir uçurum vardır vermekle almak arasında,
–ve en küçük uçurumdur en zor kapanan.
Bir açlık büyüyor güzelliğimden:
Aydınlattıklarıma acı vermek istiyorum,
soymak istiyorum bir şey bağışladıklarımı
–hayınlığa böylesine susamışım ben.
Doluluğum böyle öç kuruyor,
böyle bir kalleşlik sızıyor yalnızlığımdan.
Bağışlaya bağışlaya öldü bağışlamanın mutluluğu;
kendi bolluğundan bezdi erdemim!
Durmadan bağışlayan için tehlike, utanmayı unutmaktır;
hep dağıtan kimsenin elleri, yüreği nasır bağlar dağıtmaktan.
Gözüm yaşarmıyor artık yalvaranın utanması önünde;
sertleşen elim artık duymuyor o dolu ellerin titreyişini.
Gözümde o yaş damlası nereye gitti, yüreğimde o belirsiz ürperiş?
Vay, yapayalnızlığı tüm bağışlayanların!
Vay, tüm ışıldayanların suskusu!
Issız uzayda nice güneş dönüyor:
Karanlık ne varsa, hepsine konuşuyorlar ışıklarıyla
–yalnız bana susuyorlar.
Işıyanlara karşı budur düşmanlığı ışığın:
Acımadan gider kendi yoluna.
Işıyanlara karşı katı yürekli, güneşlere karşı soğuk
–böyle döner hep güneş.
Bir kasırga gibi döner güneşler yörüngeleri üzerinde.
Amansız istemlerine uyup giderler:
Budur soğukluğu onların.
Yalnız sizler, ey karanlık, ey gecesel olanlar,
siz ısınırsınız onların ışığında!
Yalnız siz susuzluğunuzu dindirirsiniz,
emersiniz ışığın memelerinden!
Ah, dört bir yanım buz; donmuş şeylere değmekten yanıyor elim!
Ah, içimde susuzluk var, sizin susuzluğunuz için yanıp tutuşuyor.
Gecedir: Neden böyle ışığım ben!
Geceye susamışlık! Yalnızlık!
Gecedir: Bir pınar gibi kaynıyor içimden isteğim,
–konuşmak istiyorum.
Gecedir: Yüksek sesle konuşuyor tüm fışkıran çeşmeler şimdi.
Ve benim ruhum da bir çeşmedir fışkıran.
Gecedir:
Şimdi uyanıyor işte sevenlerin türküleri.
Ve benim ruhum da bir sevenin türküsüdür.
ZERDÜŞT BÖYLE DEDİ - herkes için, kimse için bir kitap
I-Zerdüşt'ün öyküsünü anlatmama geldi sıra. Yapıtın ana düşünü olan bengi-dönüş düşüncesi, erişilebilecek o en yüksek olumlama ilkesi, 1881 yılı ağustosuna rastlar: Bir kağıt parçasına karalanmıştır, altında şu yazılıdır: "İnsan ve Zamanın 600 ayak ötesinde". O gün Silvaplana gölü kıyısındaki ormanlarda yürüyordum; Surlei yakınlarında, piramid biçimi yükselen kocaman bir kayanın dibinde mola verdim. Bu düşünce orada geldi bana. -O tarihten birkaç ay gerilere gittiğimde, bir önbelirti olarak, beğenilerimin, özellikle musikide birdenbire ta derinden değişiverdiğini görüyorum. Zerdüşt'ü belki de baştanbaşa musikiden sayabiliriz, -şurası açık ki yepyeni bir kulak istiyordu onun için. Vicenza yakınlarındaki bir küçük dağ kaplıcasında, Recoaro'da geçirdiğimiz 1881 baharı, maestro'm ve dostum Peter Gast- benim gibi "yeniden doğmuş"lardandı o da. -ve ben farkettik ki, musiki denilen Anka kuşu her zamankinden daha bir hafif, daha bir ışıldayan kanatlarla dolanıyordu üstümüzde. O günden bu yana, 1883 şubatında birdenbire inanılmaz koşullar altında yaptığım doğuma dek geçen süreyi -önsözde birkaç cümlesini aktardığım son bölüm, tam Richard Wagner'in Venedik'te öldüğü kutsal saat bitirilmiştir- evet, o süreyi hesapladığımda, gebeliğimin 18 ay sürdüğü anlaşılır. Tıpatıp bu sayının çıkması, benim bir dişi fil olduğum düşüncesini getirir insanın aklına, -Buda'cıların aklına hiç değilse,- Yakında eşsiz birşey geleceğinin yüzlerce belirtisini taşıyan Gaya Scienza bu araya rastlar: Zerdüşt'ün başlangıcı bile vardır onda; dördüncü kitabın sondan önceki parçasında Zerdüşt'ün ana düşüncesi vardır. -Karışık koro ve orkestra için yazılmış "Yaşama Övgü" de gene bu zaman rastlar; partisyonu iki yıl önce Leipzig'de E. W. Fritzsch yayınevinde çıkmıştır. O yıl, içinde olduğum durumun, o sonuna dek olumlayan tutkuyla, tragik tutku dediğim şeyle dolup taştığım durumun hiç de yabana atılmaz bir belirtisidir bu. İlerde bir gün beni anmak için çalıp söyleyecekler onu. -Sözleri (üzerinde duruyorum, çünkü bir yanılgıdır alıp yürümüş bu konuda) benim değildir; o sıralar dost olduğum genç bir Rus kızının, Bayan Lou von Salomé'nin (Roman, öykü ve deneme yazarı.) şaşılacak esininden çıkmadır. Şiirin son bölümünden herhangi bir anlam çıkarabilen kimse, neden bu şiiri seçip beğendiğimi, neden ona hayran olduğumu anlayabilir: Büyüklük var o sözlerde. Yaşama karşı bir itiraz sayılmıyor acı: "Artık bana verecek mutluluğun kalmadı mı, ne çıkar! Acıların var daha". Burasında benim musikim de büyüktür belki (La -klarneti'nin sonuncu notası do diyez değil, do olacak. Baskı yanlışı.) -Ertesi kışı Cenova yakınında, Chiavari ile Portofino arasına sokulan o sevimli, sessiz Rapollo koyunda geçirdim. Sağlık durumum hiç de parlak değildi; kış soğuktu, son derece yağmurluydu. Kaldığım küçük han denizin hemen üzerindeydi, öyle ki geceleri dalga çıkınca uyunmuyordu; istemediğim ne varsa hemen hepsi toplanmıştı orada. Gene de, sanki benim ilkemi, yani gerçekten bir diyeceği olan şeyin "her ne olursa olsun" ortaya çıkacağını kanıtlamak ister gibi, o kış, o güç koşullar içinde ortaya çıktı Zerdüşt'üm. -Öğleden önceleri Zoagli'ye giden güzelim yolda, çamlıklar içinden geçerek güneye doğru çıkıyordum; göz alabildiğine denizi görüyordum ayağımın altında. Öğleden sonraları, sağlık durumum elverdikçe, Santa Margherita koyunu ta Portofino'nun ötesine dek bir baştan bir başa dolanıyordum. Bu yerler, bu görünüşler, İmparator Üçüncü Friedrich'in oralara olan büyük sevgisi yüzünden daha bir değerliydi benim gözümde. 1886 güzünde yolum gene o kıyılara düştüğünde, bu küçük, unutulmuş mutluluk ülkesine onun da son gelişiydi. -Bu iki yol boyunca Zerdüşt'ün bütün birinci bölümü doğdu kafamda; en başta Zerdüşt'ün kendisi, kişiliği doğdu: Daha doğrusu çullandı üstüme..."Ben size Üstinsanı öğretiyorum. İnsan altedilmesi gereken bir şeydir. Onu altetmek için ne yaptınız?(...) İnsana göre maymun nedir? Gülünecek bir şey, ya da acı bir utanç. İnsan da tıpkı böyle olacaktır Üstinsana göre: gülünecek bir şey, ya da acı bir utanç. Solucandan insana dek yol aldınız ve sizde çok şey daha solucandır. Maymundunuz bir zamanlar ve şimdi bile insan, her maymundan daha maymundur.(...)Yalvarırım size, kardeşlerim, yeryüzüne bağlı kalın, ve inanmayın size dünyaötesi umutlardan söz açanlara! Ağı saçanlardır onlar, bilerek bilmiyerek.(...)Bir zamanlar Tanrıya karşı işlenen günah en büyük günahtı, ama Tanrı öldü, onunla birlikte öldüler o günahkârlar da.(...)Ama siz de, kardeşlerim, söyleyin bana: gövdeniz, canınız için ne diyor? Canınız, yoksulluk ve kirlilik ve acınacak rahatlık değil mi? Evet, kirli bir ırmağı içine alması ve bozulmadan kalması için deniz olmalı kişi. Bakın, size Üstinsanı öğretiyorum: o, işte bu denizdir, onda batabilir sizin büyük horgörmeniz."Zerdüşt - Öndeyiş-II-Bu kişiliği anlamak için, insan onun çıktığı fizyolojik koşulları, yani benim büyük sağlık dediğim şeyi iyice kavramış olmalıdır. Bu kavramı Gaya Scienza'da, beşinci kitabın son bölümünde yaptığımdan daha iyi, daha kişisel bir biçimde açıklayamam. Orada şöyle deniyor: "Biz yeniler, adsızlar, kötü anlaşılanlar, biz henüz karanlık bir geleceğin erken doğmuş çocukları, yeni amaçlar için yeni yollar gerek bize, yeni bir sağlık gerek, şimdiye dek olanlardan daha güçlü, daha açıkgöz, daha dayanıklı, daha atak, daha keyifli bir sağlık. Her kim bugüne dek gelen değerlerin, dileklerin çevresini baştanbaşa dolaşıp görmek, bu ülküsel "Akdeniz"in kıyılarında yelken açmak için can atıyorsa, her kim ülkeler bulan, ele geçiren birinin, bir sanatçının, bir ermişin, bir yasa koyucusunun, bir bilgenin, bir bilginin, bir sofunun, eski çağda herşeyden el etek çekmiş tanrısal birinin neler duyduğunu içinde yaşayıp bilmek istiyorsa, ona en başta büyük sağlık gereklidir.- bu da yetmez tek başına, insan onu her gün yeni baştan elde etmelidir, çünkü ondan her an geçilir, geçilmelidir de... Şimdi bizler, bunca zaman yollarda olanlar, biz bir ülkü arayan Argonaut'lar, (Argo adlı gemiyle Kolehis'e, altın yapağı ele geçirmeye giden Yunan yiğitleri: İason, Herakles, Orpheus vb...) belki gerektiğinden de çok gözüpek olanlar, gemileri batanlar, bunca şeye uğrayanlar, ama dediğimiz gibi, hoş görüldüğünden de çok sağlam olanlar, sağlamlığı bir tehlike olanlar, sağlamoğlu sağlamlar, -bize öyle geliyor ki, bunların bedeli olarak önümüzde insan ayağı değmemiş, bir ülke var, daha kimse aşmamış sınırlarını, ülkü'nün bilinen ülkelerinden, tüm köşe bucağından çok ötelerde, güzel, yabancı, çözülmemiş, korkunç ve tanrısal şeylerle dolu bir dünya ki, bilgiye, ele geçirmeye susuzluğumuzdan duramaz olduk artık -ah bundan böyle bizi hiçbir şey doyuramaz!... Bizler ki böyle bir geleceği sezmişiz, buluncumuz, kafamız böyle bir açlıkla kıvranıyor, bugünkü insanla yetinebilir miyiz hiç? Ne yapsak boşuna, elimizde değil: Onun en değerli amaçlarına, umutlarına bakarken gülmemek için zor tutuyoruz kendimizi, belki de artık hiç bakmıyoruz bile... Başka bir ülküdür önümüzde koşan, şaşırtıcı, sınayıcı, tehlikeli bir ülkü; kimseyi ayartmak istemiyoruz ona, çünkü kimseye bu hakkı kolay kolay tanımıyoruz: Şimdiye dek kutsal, iyi, dokunulmaz, tanrısal bilinen herşeyle bir çocuk gibi, yani bilmeksizin oyun oynayan, ağzına dek güç ve bereket dolu bir düşüncenin ülküsü; ulusların haklı olarak değer bildiği en yüce şeyleri olsa olsa bir tehlike, çökme, alçalma ya da en azından bir dinlenme, körlük, arada sırada kendini unutma sayan birinin ülküsü, ki çoğu zaman insanlık dışı gözükecektir, örneğin şimdiye dek yeryüzünde önemsenen herşeyin, gösterişli duruşların, sözlerin, seslerin, bakışların, töre'nin, büyük ödevlerin yanıbaşında durup da, elinde olmadan onları herşeyiyle alaya aldığında, -ama büyük önemseyiş asıl onunla başlayacak, asıl soru imi onunla konacak, ruhun yazgısı değişecek, saatin yelkovanı ilerleyerek, tragedya başlayacak...""İnsan , hayvanla Üstinsan arasına gerilmiş bir iptir, -uçurum üstünde bir ip. Korkulu bir geçiş, korkulu bir yolculuk, korkulu bir geri bakış, korkulu bir ürperiş ve duraklayış. İnsanda büyük olan, onun köprü olmasıdır, erek değil: insanda sevilebilecek olan, onun karşıya geçiş ve batış olmasıdır. Ben yaşamasını bilmeyenleri severim, meğerki batmasını bileler; çünkü bunlardır karşıya geçenler.(...) Ben, bilmek için yaşayan ve bir gün Üstinsan yaşasın diye bilmek isteyeni severim. Böyle ister o kendi batışını.(...)Ben, bir sürü erdem istemeyeni severim. Bir tek erdem, iki erdemden daha erdemdir, çünkü yazgının asıldığı daha zorlu düğümdür o.(...)Ben, insanların üstünde asılı o kara buluttan tek tek düşen ağır damlalar gibi olan herkesi severim: onlar şimşeğin gelişini haber verirler ve haberci olarak yok olurlar. Bakın, ben şimşeğin habercisiyim ve buluttan düşen bir damlayım: oysa şimşek, Üstinsandır."Zerdüşt - Öndeyiş-III-O güçlü çağlarda ozanların esin dedikleri şey nedir, ondokuzuncu yüzyıl sonunda bunu açıkça bilen var mı? Yoksa, ben anlatayım. -İçimizde azıcık boş inan olmaya görsün, insanüstü güçlerin cisimlenmesi, yalnızca onların sözcüsü, aracısı olduğunuza inanmaktan kendinizi alamazsınız. İnsanı en derinden sarsan, altüst eden birşeyin birdenbire anlatılmaz bir doğruluk ve incelikle görülür, duyulur olması anlamına gelen "vahiy" sözcüğü var ya, bu olaya tıpatıp uyar işte. İnsan aramaksızın duyar, kimden geldiğini sormaksızın alır; bir şimşek gibi çakar düşünce, zorunlulukla, en son biçimi içinde, -benim için seçme diye birşey yoktu hiç. Bir kendinden geçmedir, korkunç gerilimi zaman olur gözyaşlarıyla boşanır; yürürken elinizde olmadan bir hızlanır, bir yavaşlarsınız; hiç kendinizde değilsinizdir, ama tepeden tırnağa geçirdiğiniz o ince ürpertiler sağnağını apaçık duyarsınız; bir derin mutluluktur, en büyük acılar, en korkunç şey orada karşıt etki yapmaz, tersine gerekli duyulur, istenir, bu ışık bulluğunda zorunlu bir renktir o da; biçimlerle dolu engin uzayları kaplayan bir ritim bağlantıları sezişi, -ki uzunluk, geniş dalgalı bir ritim gereksinmesi neredeyse esin gücünün bir ölçüsüdür, onun baskısını, gerilimini bir anlamda gidermektir... Hiçbir şey elinizde değildir, gene de bir özgürlük duygusu, bir saltlık, bir güç, bir tanrısallıkfırtınası içindeymiş gibi olup biter hepsi... İmgenin, benzetinin artık size bağlı olmayışı işin ilginç yanıdır, imge nedir, benzeti nedir, hiçbirini bilmez olursunuz. Herşey elinizin altındadır, en doğru, en yalın deyim. Zerdüşt'ün bir sözüyle söyleyelim, şeyler sanki kendilerinden gelirler, kendilerini sunarlar benzeti olarak (-"Herşey senin konuşmanı okşamaya geliyor burda, yüzüne gülüyor senin: Çünkü senin sırtına binip, her doğruya koşturuyorsun. Burada tüm varlığın sözleri, söz hazineleri sana açılıveriyor; burada tüm varlık söz olmak istiyor, senden konuşmayı öğrenmek istiyor tüm oluş-"). İşte esin konusunda benim yaşadığım bu. "Benimki de böyleydi" diyebilecek birisi bulmak için, hiç şüphe yok, binlerce yıl gerilere gitmeli insan."Yazık! İnsanın, özlem okunu insandan öte salamayacağı ve yayının, vınlamayı unutacağı zaman geliyor! Size diyorum: hora tepen bir yıldız doğurabilmek için, kişinin içinde kargaşa olmalı daha. Size diyorum: daha var sizde bu kargaşa. Yazık! İnsanın artık yıldız doğuramayacağı zaman geliyor. Yazık! En horgörülesi adamın, kendini artık horgöremeyenin zamanı geliyor. Bakın! Size son insanı gösteriyorum. "Sevgi nedir? Yaratma nedir? Özlem nedir? Yıldız nedir?" -böyle sorar da son insan, göz kırpar. Yeryüzü artık küçülmüştür ve üstünde, her şeyi küçülten son insan sıçramaktadır. Toprak piresi gibidir o, kökü kurutulamaz: son insan, en uzun ömürlüdür.(...) Ama Zerdüşt üzüldü ve gönlüne dedi: "Beni anlamıyorlar: ben bu kulaklara göre ağız değilim. Anlaşılan pek fazla kalmışım dağlarda, pek fazla dinlemişim dereleri ve ağaçları: şimdi keçi çobanlarına söz söyler gibi konuşuyorum onlarla. Durgun gönlüm ve duru, sabahleyin dağlar gibi tıpkı. Oysa beni soğuk sanıyorlar ve korkunç şakalar yapan alaycının biri. Ve işte bana bakıyorlar ve gülüyorlar: ve gülerken benden nefret ediyorlar. Gülüşleri buz gibi."(...)İyilere ve doğrulara bakın! En çok kimden nefret ediyorlar? Kendi değer levhalarını parçalayandan, bozandan, yasa bozandan: -oysa o yaratıcıdır. Bütün inançların inanç erlerine bakın! En çok kimden nefret ediyorlar? Kendi değer levhalarını parçalayandan, bozandan, yasa bozandan: -oysa o, yaratıcıdır.(...)Varacağım ereğime, ben kendi yolumu yürüyorum; duraklayanların ve geride kalanların üzerinden atlayacağım. Benim ilerleyişim, onların batışı olsun böylece!"Zerdüşt - Öndeyiş-IV-Sonra, hasta düşüp birkaç hafta Cenova'da yattım. Arkasından bir yaşlı bahar geçirdim Roma'da; yaşamı olduğu gibi kabullenmiştim, -kolay iş değildi bu. İstemeden düştüğüm, Zerdüşt ozanı için yeryüzünün bu en yakışık almaz yeri canımdan bezdirmişti beni aslında. Kaçıp kurtulmak, Roma'nın karşıtına, Roma'ya düşmanlıktan kurulmuş olan Aquila'ya gitmek istedim; ben de günün birinde yakın akrabalarımdan birinin, tam gerektiği gibi bir tanrısız ve kilise düşmanının, Hohenstaufen'lerden o büyük imparator İkinci Friedrich'in (Sicilya kralı, 1220'den sonra da Kutsal Roma Cermen İmparatoru. Papa'lara karşı savaşmış, afaroz edilmişti.) anısına böyle bir yer kuracağım. Ama talihsizlik yakamı bırakmıyordu: Gene Roma'ya döndüm. Hıristiyanlık düşmanı bir semt aramaktan usanarak, sonunda Piazza Barberini'ye (Roma'da bir alan. Palazzo del Quirinale: İtalya kralının oturduğu saray.) fit oldum. Korkarım bir seferinde kötü kokulardan elimden geldiğince kurtulmak düşüncesiyle, bir feylesof için sessiz bir odaları olup olmadığını Palazzo del Quirinale'de bile sordum. -Adı geçen piazza'ya bakan yüksek bir odada oturuyordum, Roma ayağımın altındaydı; aşağılardan çeşmelerin şırıltısı duyuluyordu. Bugüne dek yazılmış en yapayalnız türkü, Gece Türküsü, işte orada yazıldı; o sıralar bir karasevdalı ezgiyle bozmuştum, anlatılır şey değildi; bir de bağlaması vardı, hep şu sözlerle duyuyordum: "Ölümsüz olmaktan ölmüş"... Yazın, Zerdüşt düşüncesinin kafamda ilk olarak şimşek gibi çaktığı o kutsal yere (Sils Maria) dönünce, ikinci bölümü buldum. On gün yetti. Ne birinci bölüm, ne de üçüncü ve sonuncusu (Zerdüşt başlangıçta 3 bölüm olarak yayımlanmıştı. Dördüncü bölüm sonradan eklenmedir.), hiçbiri daha uzun sürmedi. Ertesi kış, yaşamımda ilk kez parıldayan sessiz, mutlu Nice göğü altında üçüncü bölümü buldum, -Ve işim bitti. Hepsi bir yıl bile sürmedi. Nice çevresinde yükseklerde bir sürü saklı köşe, yaşadığım unutulmaz anlarla kutsallaşmıştır benim gözümde. "Eski ve Yeni Levhalar üstüne" adını taşıyan can alıcı bölüm, istasyondan kayalar içine kurulmuş eşsiz Arap köyü Eza'ya çıkarken yazıldı, -yaratıcı güç ne denli bol akarsa, kas çevikliği de o denli artıyor bende. Beden coşmuştur: "Ruh"u karıştırmayalım işin içine... Çok zaman beni dans ederken görebilirdiniz; yorgunluk nedir bilmeden o dağ senin, bu dağ benim, yedi sekiz saat dolaşabiliyordum. İyi uyuyor, bol bol gülüyordum, -bundan daha dinç, daha sabırlı olamazdım."Düş gibi gelirdi bana dünya ve bir Tanrının masalı gibi; hoşnutsuz Tanrının gözleri önünde renkli dumanlar. İyi ve kötü, sevinç ve acı, ben ve sen, -yaratıcı gözler önündeki renkli dumanlar gibi gelirdi bana. Yaratıcı kendinden uzağa bakmak istedi, -bunun üzerine dünyayı yarattı.(...) Yeni bir gurur öğretti bana ben'im, insanlara öğretiyorum bunu: başımı artık göksel nesnelerin kumuna gömmeyi, yeryüzüne anlam veren, yersel bir baş olarak özgür taşımayı onu!(...)Onlar hep geriye, karanlık çağlara doğru bakarlar: o zamanlar, doğrusu, başkaydı kuruntu ve inanç; usun çılgınlığı tanrıcalık, ve kuşku günahtı. Pek iyi bilirim o tanrıca kişileri: kendilerine inanılsın ve kuşku günah olsun isterler. Pek iyi bilirim kendilerinin en çok neye inandıklarını da.(...)Siz bence, kardeşlerim, sağ gövdenin sesini dinleseniz: daha dürüst ve duru bir sestir o.(...)İnsan altedilmesi gereken bir şeydir: bundan ötürü seveceksin erdemlerini -: çünkü onlar yüzünden yok olacaksın.-Zerdüşt - I. Bölüm-V-Bu onar günlük çalışmaları bir yana bırakırsak, Zerdüşt'ü yazdığım yıllar, özellikle ondan sonrası benzersiz bunalım yılları oldu. Pahalıya malolur ölümsüzlük: Karşılığı olarak birçok kez ölür daha yaşarken insan. -Büyük işin öç alması dediğim birşey vardır: Her büyük iş, yapıt olsun, edim olsun, bir kez tamamlandı mı, o an yapıcısına karşı oluverir. O zaten bu işi yaptığı için güçten düşmüştür-, artık yapıtına katlanamaz olur, onun yüzüne bakamaz. Geçmişinde böyle kimsenin istemeyi bile düşünemeyeceği birşey, insanlık yazgısının düğümlediği birşey bulmak ve bunun yükünü taşımak şimdi!... Ezer insanı bu... Büyük işin öç alması! -İnsanın çevresinde duyduğu o ürkünç sessizliğe gelince, o da ayrı şeydir. Yedi kattır yalnızlığın derisi; birşey işlemez içine. İnsanlara yaklaşırsın, dostlarını selamlarsın: Gene bir ıssızlık, gene bir tek bakış yok karşılık veren. Olsa olsa bir başkaldırma. Herbirinde başka türlü olmak üzere, bana yakın herkeste gördüm bu başkaldırmayı; sanırım, karşıdakini en çok yaralayan şey, aramızda bir ayrım olduğunu birdenbire sezdirmektir, -saygı duymadan yaşayamayan soylu yaradılışlara pek az rastlanır. -Bir üçüncüsü de, küçük sokmalara karşı aşırı duyarlığıdır derinin, tüm küçük şeylere karşı bir çeşit çaresizliktir. Bunun nedeni de, bence her yaratıcı edimin, varımızı yoğumuzu, bütün benliğimizi koyduğumuz her edimin savunma güçlerinde gerektirdiği o korkunç tüketimdir. Küçük savunma yetenekleri ortadan kalkmıştır sanki: Güç bütünlemesi yapamazlar artık. -Çekinmeden şunu da söyleyeyim, insan daha kötü sindirim yapar, yerinden kımıldamak istemez, soğuğa karşı dayanıklılığı azalır, güvensiz olur, -çoğu zaman nedenler üzerinde bir yanılmadır güvensizlik, -Bir sefer, bu halimle, bir inek sürüsünün yaklaştığını, sürüyü daha görmeden, içimde yumuşak, insanca düşüncelerin doğmasından anlamıştım: Kanı sıcaktır onların..."Ben ırmak kıyısında bir parmaklığım: tutunabilen tutunsun bana! Fakat koltuk değneğiniz değilim ben.(...) Bütün yazılmış şeyler içinde yalnız, kanla yazılmış olanıseverim. Kanla yaz: göreceksin ki kan, ruhtur.(...)Okuru tanıyan, artık başka bir şey yapmaz okur için. Bir okurlar yüzyılı daha geçsin, -ruhun kendisi de kokuşacaktır.(...)Bir zamanlar ruh, Tanrıydı; derken insanlaştı; şimdiyse, yığınlaşıyor bile. Kanla ve özdeyişlerle yazan, okunmak değil, ezberlenmek ister.(...)Siz yükselmek isteyince, yukarı bakarsınız. Bense aşağı bakarım, çünkü yükselmişim. Sizden kim aynı zamanda güler ve yükselmiş olur? En yüce dağlara çıkan, güler bütün acıklı oyunlara ve acıklı ağırbaşlılığa.(...)Bana diyorsunuz: "Hayata katlanmak güçtür." Yoksa ne işe yarardı sabahki gururunuz, akşamki yerinmeniz? Hayata katlanmak güçtür: siz de çıtkırıldım olmayın öyle! Hepimiz bulunmaz eşekler ve kancık eşekleriz. Üzerinde bir damla çiğ var diye titreyen gül tomurcuğuyla ortak nemiz var bizim?(...)Ben ancak hora tepmeyi bilen bir Tanrıya inanırdım.Zerdüşt - I. Bölüm-VI-Bu yapıtın yeri apayrıdır. Ozanları bir yana bırakalım: Belki de hiçbir şey böylesine bir güç bolluğu içinde yaratılmamıştır daha. "Dionysosca" kavramım en yüksek uygulanışını buldu burada; onunla ölçülünce, insanoğlunun yaptığı öbür işlerin hepsi zavallıca, olağan şeyler olarak görünür. Bir Goethe, bir Shakespeare bu korkunç tutku içinde, bu yüksekliklerde bir an bile soluk alamazlardı; Dante Zerdüşt'ün yanında yalnızca bir inanandır, doğruyu kendi yaratan, dünyayı yöneten bir kafa, bir yazgı değildir. Veda'ların ozanları rahiptirler, Zerdüşt'ün eline su bile dökemezler; doğruluğuna doğrudur ya, daha birşey değildir bunlar, hiçbiri bu yapıtın apayrı yerini, içinde yaşadığı gökmavisi yalnızlığı belirtemezler. Ta bengiliğe dek şunu söylemeye hakkı vardır Zerdüşt'ün: "Çemberler çiziyorum çevreme, kutsal sınırlar; gitgide azalıyor benimle çıkanlar daha yüksek dağlara, -sıradağlar kuruyorum gitgide daha kutsal dağlardan." Tüm büyük kişilerin düşünce gücünü, iyiliğini bir araya getirseniz gene de Zerdüşt'ün bir tek konuşmasını çıkaramazsınız. Bir sonsuz merdivendir O'nun üzerinde inip çıktığı; herkesten daha ötesini görmüş, daha ötesini istemiş, daha ötesini başarmıştır. Gelmiş geçmiş bu en olumlu düşüncenin her sözü gene de bir karşı durmadır; tüm karşıtlıkları içinde toplamış, onlardan yepyeni, tek birşey yapmıştır. İnsan yaradılışının en yüksek ve en aşağı güçleri, en tatlı, en delice, en korkunç olan şey o bir tek çeşmeden ölümsüz bir güvenle akar. Yükseklik nedir, derinlik nedir, hiçbiri bilinmezdi Zerdüşt'ten önce; hele doğru hiç bilinmezdi. Doğrunun bu vahyinde bir tek yer yok ki, öncüleri bulunsun, en büyüklerden biri önceden sezmiş olsun. Ne bilgelik, ne ruhların derinliğine iniş, ne de konuşma sanatı diye birşey vardı Zerdüşt'ten önce: En tanıdık, en günlük olan şey burada hiç duyulmamış nesnelerden söz ediyor. Tutkusundan tir tir titriyor deyiş; uzdillilik burada musiki olmuş; yıldırımlar savruluyor daha önce bilinmeyen geleceklere. Dilin kendi özüne, imgeye bu dönüşü yanında, şimdiye dek bilinen en büyük, en güçlü simgecilik bir çocuk oyuncağı kalır. -Zerdüşt nasıl da herkese iniyor, nasıl da biliyor gönül almayı! Üstelik hasımlarına, papazlara nasıl okşarcasına dokunuyor, onlarla birlikte acı çekiyor!- İnsan burada her an aşılmaktadır, "üstinsan" kavramı en büyük gerçek olmuştur burada, -şimdiye dek insanda büyük bilinen ne varsa, hepsi de sonsuz uçurumlar boyu aşağıda kalmıştır. Bu mutlu sessizlik, bu tüy gibi ayaklar, bir an eksik olmayan bu hayınlık, bu kabına sığmazlık, Zerdüşt'ün kişiliğini yapan başka ne varsa, hiçbiri büyüklüğün ayrılmaz parçası olarak düşünülmemiştir daha önce. Zerdüşt kendini işte bu yüzden, böyle geniş uzaylarda yaşayıp, en çelişik şeylere böylesine açık olduğu için, en yüksek varoluş biçimi saymaktadır; kendisinin bunu nasıl tanımladığını duyunca, onu başka birşeye benzetmekten vazgeçer artık insan.-en uzun merdiveni olan ruh, en derine inebilen, en geniş, en büyük ruh, kendi içinde en çok dolanıp gezebilen, yolunu en çok şaşırabilen,o en zorunlu olan, seve seve atılan rastlantının içine, o varolan ruh, oluşu isteyen, varlıklı ruh, istemeyi ve açlığı isteyen,-Kendi kendinden kaçan, en geniş çevrelerde yakalayan kendini,en bilge ruh, kulağına çılgınlığın en tatlı şeyler fısıldadığı,kendini en çok seven, içinde tüm şeylerin ileriye ve geriye aktığı, alçaldığı, kabardığı-Ama bu Dionysos kavramının ta kendisi işte. -Başka bir düşünüş yolu da oraya götürür bizi. Zerdüşt örneğindeki psikolojik sorun şudur: Şimdiye dek evet denen herşeye, duyulmamış ölçüde, sözle ve eylemle hayır diyen kimse, nasıl gene de yadsıyan bir düşüncenin tam tersi oluyor; yazgıların en ağırını, yıkımlı bir ödevi taşıyan düşünce, nasıl gene böyle hafif, böylesine az yersel oluyor -bir dansçıdır Zerdüşt-; gerçeği en katı yüreklilikle, en korkunç olarak gören, o "uçurum gibi derin" düşünceyi düşünen kimse, nasıl oluyor da varlığa, onun bengi dönüşüne karşı durmuyor, -tam tersine evrensel olumlayışın, "o sonsuz, sınırsız evet ve amin deyiş"in ta kendisidir... "Ta uçurumların dibine dek taşıyorum bu kutsayan evet-deyişi"... İşte gene vardık Dionysos'a."İnsan da ağaca benzer. Ne denli yükseğe ve ışığa çıkmak isterse, o denli yaşam kök salar yere, aşağılara, karanlığa, derinliğe -kötülüğe.(...) 'Sonrasız Hayat'la baştan çıkıp çekilsinler bu hayattan.(...)Bilgi ermişleri olmak elinizden gelmiyorsa, hiç değilse bilgi savaşçıları olun. Onlar, bu türlü ermişliğin yoldaşları ve öncüleridir.(...)Devlet mi? O da ne? Peki! Şimdi bana kulak verin, size ulusların ölümünden söz açacağım. Bütün soğuk canavarların en soğuğuna devlet denir. Soğuk soğuk yalan söyler o; ve ağsından şu yalan sürüne sürüne çıkar: "Ben, devlet -ulusum ben." Yalan! Yaratıcılardı ulusları yaratnalr ve onların üstüne bir inanç ve bir sevgi asanlar: böylece hayata hizmet ettiler.(...)'Yeryüzünde benden büyüğü yoktur: düzenleyen parmağıyım ben Tanrının' -böyle böğürür o canavar.(...)Orada, devletin bittiği yerde, orada başlar gereksiz olmayan insan: orada başlar gerekli kişilerin türküsü, o eşsiz, o benzersiz ezgi. Oraya, devletin bittiği yere, -oraya bak, kardeşim! Görmüyor musun gökkuşağını ve köprülerini Üstinsanın?-(...)Sen yumuşak ve doğru olduğun için, dersin: "Suçsuzdur onlar küçükj varlıkları içre." Fakat onların dar gönülleri düşünür: "Suçludur bütün büyük varlıklar."Zerdüşt - I. Bölüm-VII--Kendi kendine kalınca hangi dili konuşur böyle bir tin? Dithyrambos dilini. Bulucusu benim dithyrambos'un. Zerdüşt'ün gün doğadan önce kendi kendisiyle nasıl konuştuğunu bir dinleyin: Bu zümrütten mutluluğu, bu tanrısal sevecenliği şakıyan dil yoktur benden önce. Böyle bir Dionysos'un en derin yası bile gene dithyrambos olur; önek olarak Gece Türküsü'nü veriyorum, -ışık ve güç bolluğu yüzünden, güneş gibi yaratılmış olmak yüzünden sevmeyişin o ölümsüz yakınmasını....Gecedir: Yüksek sesle konuşuyor tüm fışkıran çeşmeler şimdi. Ve benim ruhum da bir çeşmedir fışkıran....Gecedir: Yeni yeni uyanıyor sevenlerin türküleri. Ve benim ruhum da bir sevenin türküsüdür....Dinmeyen, dinme bilmez birşey var içimde, ses olmak istiyor. İçimde sevgiye susamışlık var, sevginin dilini konuşuyor kendisi....Işığım ben: Gece olaydım keşke! Ama budur işte benim yalnızlığım, çepeçevre ışıkla sarılmış olmam.Ah, karanlık olaydım, gece olaydım! Nasıl emerdim ışığın memelerinden!Üstelik kutsardım bir de sizleri, ışıl ışıl yıldızcıklar, ateşböcekleri göğün! O ışıktan armağanlarınızla mutlu olurdum.Ama öz ışığımla yaşıyorum ben, gene ben içiyorum benden taşan alevleri.Bilmiyorum almadaki mutluluk nedir; çoğu zaman bana öyle geldi ki, çalmak daha da büyük mutluluktur almaktan.Budur benim yoksulluğum, elim durup dinlemeden bağışlıyor; budur çekemediğim, bekleyen gözler görüyorum hep, özleyişin aydınlanmış gecelerini.Vay, bağışlayanların mutsuzluğu, vay! Güneşimin kararması! Vay susamaya susamış olmak! Vay açlıktan kıvranmak doymuşluğun içinde!Gerçi benden alıyorlar: Ama elim ruhlarına dokunuyor mu daha? Bir uçurum vardır vermekle almak arasında, -ve en küçük uçurumdur en zor kapanan. Bir açlık büyüyor güzelliğimden: Aydınlattıklarıma acı vermek istiyorum, soymak istiyorum birşey bağışladıklarımı- hayınlığa böylesine susamışım ben. Doluluğum böyle bir öç kuruyor, böyle bir kalleşlik sızıyor yalnızlığımdan.Bağışlaya bağışlaya öldü bağışlamanın mutluluğu; kendi bolluğundan bezdi erdemim!Durmadan bağışlayan için tehlike, utanmayı unutmaktır; hep dağıtan kimsenin elleri, yüreği nasır bağlar dağıtmaktan.Gözüm yaşarmıyor artık yalvaranın utanması önünde; sertleşen elim artık duymuyor o dolu ellerin titreyişini.Gözümde o yaş damlası nereye gitti, yüreğimde o belirsiz ürperiş? Vay, yapayalnızlığı tüm bağışlayanların! Vay, tüm ışıldayanların suskusu!Issız uzayda nice güneş dönüyor: Karanlık ne varsa, hepsine konuşuyorlar ışıklarıyla -yalnız bana susuyorlar.Işıyanlara karşı budur düşmanlığı ışığın: Acımadan gider kendi yoluna.Işıyanlara karşı katı yürekli, güneşlere karşı soğuk- böyle döner her güneş.Bir kasırga gibi döner güneşler yörüngeleri üzerinde.Amansız istemlerine uyup giderler: Budur soğukluğu onların.Yalnız sizler, ey karanlık, ey gecesel olanlar, siz ısınırsınız onların ışığında! Yalnız siz susuzluğunuzu dindirirsiniz, emersiniz ışığın memelerinden!Ah, dört bir yanım buz; donmuş şeylere değmekten yanıyor elim! Ah, içimde susuzluk var, sizin susuzluğunuz için yanıp tutuşuyor....Gecedir: Neden böyle ışığım ben! Geceye susamışlık! Yalnızlık!...Gecedir: Bir pınar gibi kaynıyor içimden isteğim, -konuşmak istiyorum....Gecedir: Yüksek sesle konuşuyor tüm fışkıran çeşmeler şimdi. Ve benim ruhum da bir çeşmedir fışkıran....Gecedir: Şimdi uyanıyor işte sevenlerin türküleri. Ve benim ruhum da bir sevenin türküsüdür.-Şunlar kendilerini tutarlar, doğru: fakat yaptıkları her şeyden, şehvet denen kancık it kıskanç sırıtır. (...)Kendisinden bir parça et esirgenince, bir parça ruh dilenmeyi nasıl da bilir bu şehvet iti! (...) Pek uzun bir süre köleyle zorba gizlenmiştir kadınlarda. Bu yüzden kadın, daha dostluğa yeterli değildir: o yalnız sevgiyi bilir. (...)Kadın daha dostluğa yeterli değildir: kadınlar daha kedi ve kuşturlar. Ya da, olsa olsa, inek.(...) Övülesidir, güç saydıkları şey; pek gerekli ve güç olana iyi derler, en büyük sıkıntıdan kurtaranı, eşsiz ve en güç olanı, kutsal diye överler. (...) Kendi yalımınla yakmaya hazır olmalısın kendini; önce kül olmadan nasıl yeni olabilirsin ki! (...) Kadın kimden nefret eder en çok? -Demir şöyle demiş mıknatısa: "En çok senden nefret ederim, çünkü sen çekersin, ama kendine doğru sürükleyemezsin." Erkeğin mutluluğu: "İstiyorum." Kadının mutluluğu: "İstiyor." (...) "Kadınlara mı gidiyorsun? Kırbacını unutma!" (...) "Ejderin yılan ağısından öldüğü nerde görülmüş?" dedi, "Geri al şu ağını! Sen bunu bana armağan edecek kadar zengin değilsin." (...) Ahlâk yıkıcısı, derler bana iyilerle doğrular: benim öyküm ahlâka aykırıdır. Ama, düşmanınız olursa, kötülüğüne iyilikle karşılık vermeyin: onu utandırır da ondan. Yalnız, size iyilik ettiğini gösterin ona. (...) Ve ceza, saldırgan için aynı zamanda bir hak ve şeref olmazsa, cezanız eksik olsun!Zerdüşt - I. Bölüm-VIII-Böyle birşey ne yazılmış, ne duyulmuş, ne de çekilmiştir: Bir tanrı, bir Dionysos çekebilir bu acıyı. Bu "ışık içinde güneş yalnızlığı" dithyrambos'una verilecek yanıt Ariadne (Minos'un kızı. Theseus Minotauros'u öldürmek üzere labirent'e onun ipliğiyle inmemiş. Sonra birlikte kaçmışlar; ama Theseus Ariadne'yi Naksos adasında yapayalnız bırakıp gitmiş. Neyse ki Dionysos gelmiş de, kızı kendine eş olarak almış...) olurdu... Ama Ariadne kimdir, benden başka bilen mi var!... Bu tür bilmecelerin çözümünü bulamadı hiç kimse; burada bir bilmece olduğunu gördüklerinden de şüpheliyim. -Zerdüşt bir seferinde, ödevini -ki benim de ödevimdir- öyle bir kesinlikle belirtmiştir ki, yanlış anlayamaz artık hiç kimse: Geçmiştekileri de temize çıkarmaya, kurtarmaya dek varan bir olumlayıştır bu.İnsanlar arasında, geleceğin kırık parçaları arasında gibi dolaşıyorum: O gördüğüm geleceğin.Derdim günüm bu benim, kırık parça, bilmece, ürkünç rastlantı olan herşeyi toplamak, tek birşey yaratmak.Nasıl katlanırdım insan olmaya, aynı zamanda ozan, bilici, rastlantının kurtarıcısı olmasaydı insan?Tüm geçmişi kurtarmak, "böyleydi" denilen herşeyi yeni baştan yaratmak "ben böyle isterdim" diye, -benim için bu olurdu ancak kurtuluş.Zerdüşt başka bir yerde de, olabildiğince katı yüreklilikle, kendisi için "insan" ancak ne olabilir, bunu anlatıyor, -bir sevgi, hele acıma konusu değil hiç, -insandan o büyük tiksinmeyi de yenmiştir Zerdüşt: Onun gözünde insan biçimlenmemiş özdektir, yontucusunu bekleyen çirkin bir taştır.Artık hiç istememek, artık değer biçmemek, artık hiç yaratmamak: Bu büyük yorgunluk benden ırak olsun hep!Bilip tanırken bile, istemimin doğurtmaktan, oluştan aldığı tadı duyuyorum yalnızca; benim bilgim bir çocuk gibi arıksa, onda doğurtma istemi olduğu içindir.Bu istem tanrıdan, tanrılardan uzağa alıp götürdü beni: Yaratacak ne kalırdı, tanrılar... varolsaydı?Ama beni hiç durmadan insana doğru çekti bu yanıp tutuşan yaratma isteğim; taşı böyle arar çekiç de.Bilseniz, nasıl bir yontu taşta benim için, o yontular yontusu! Ah, taşların en sertinde, en çirkininde mi uyumalıydı böyle!Azgınca vuruyor şimdi çekicim, acımadan vuruyor onu tutsak eden taşa. Yongalar savruluyor: Varsın savrulsun!Onu tamamlayacağım; bir gölge geldi göründü çünkü bana, -tüm şeylerin en eşsizi, en tüy gibisi göründü bana bir kez!Gölge olup geldi bana üstinsanın güzelliği: Bundan böyle bana ne... tanrılardan!.. Bu koşuklar dolayısıyla, sırası gelmişken, bir başka görüşü de belirtmek isterim: Çekicin sertliği, yoketmenin kendisinden alınan tad, Dionysosca bir ödev için gerekli başlıca koşullardandır. "Sert olun" buyruğu, tüm yaratanların sert olduğunu en büyük kesinlikle biliş, gerçek belirtisidir Dionysosca bir yaradılışın.-Kaynak: Ecco HomoBir derin kuyuya benzer yalnız. Taş atmak kolaydır içine: ama bu taş dibe inecek olursa, deyin bana, kim çıkarabilir? Yalnızı incitmekten sakının! Ama incitecek olursanız, eh, artık öldürün de! (...) Kendinizden öte seveceksiniz bir gün! Onun için önce sevmeyi öğrenin. Sevginizin acı kadehini işte bu yüzden içmek zorunda kaldınız. En iyi sevginin kadehinde dahi acılık vardır, Üstinsana özlemi böyle uyarır sevgi, böyle uyarır sende susuzluğu, ey yaratıcı!(...) Vaktinde öl! Vaktinde öl: bunu öğretir Zerdüşt. Elbette hiç bir zaman vaktinde yaşamayan, nasıl vaktinde ölsün? Keşke hiç doğmasaydı! (...)Siz ey bugünün yalnızları, ey çekilenler, siz ilerde bir ulus olacaksınız: sizden, kendini seçmiş kişilerden bir ulus doğacak: -bu ulustan da, Üstinsan.(...) Artık beni yitirmenizi ve kendinizi bulmanızı istiyorum, ancak hepiniz beni yadsıdığınız zaman döneceğim size. Gerçek, o zaman başka bir gözle arayacağım yitik kişilerimi, kardeşlerim, o zaman başka bir sevgiyle seveceğim sizi. (...)Şudur büyük öğle: insan, hayvanla Üstinsan arasındaki yolunun ortasındadır ve akşam yolunu en büyük umudu olarak kutlamaktadır: Çünkü bu, yeni bir sabah yoludur. (...) "Öldü bütün tanrılar. Üstinsanın yaşamasını istiyoruz artık." -O büyük öğlede son arzumuz bu ola! Zerdüşt - I. Bölüm
www.ayrinti.net

2 Mart 2007 Cuma

Kim Özlerdi Avuç İçlerinin Kokusunu

O kadar da önemli değildir bırakıp gitmeler,
arkalarında doldurulması mümkün olmayan boşluklar
bırakılmasaydı eğer.
Dayanılması o kadar da zor değildir,
büyük ayrılıklar bile,
en güzel yerde başlatılsaydı eğer.
Utanılacak bir şey değildir ağlamak,
yürekten süzülüp geliyorsa gözyaşı eğer.
Yüz kızartıcı bir suç değildir hırsızlık,
çalınan birinin kalbiyse eğer.
Korkulacak bir yanı yoktur aşkların,
insan bütün derilerden soyunabilseydi eğer.
O kadar da yürek burkmazdı alışılmış bir ses,
hiçbir zaman duyulmasaydı eğer.
Daha çabuk unutulurdu belki su sızdırmayan sarılmalar,
kara sevdayla sarıp sarmalanmasalardı eğer.
Belirsizliğe yelken açardı iri ela gözler zamanla,
öylesine delice bakmasalardı eğer.
Çabuk unutulurdu ıslak bir öpücüğün yakıcı tadıbelki de,
kalp, göğüs kafesine o kadar yüklenmeseydi eğer.
Yerini başka şeyler alabilirdi uzun gece sohbetlerinin,
son sigara yudum yudum paylaşılmasaydı eğer.
Düşlere bile kar yağmazdı hiçbir zaman,
meydan savaşlarında korkular,
aşkı ağır yaralamasaydı eğer.
Su gibi akıp geçerdi hiç geçmeyecekmiş gibi duran zaman,
beklemeye değecek olan gelecekse sonunda eğer.
Rengi bile solardı düşlerdeki saçların zamanla,
tanımsız kokuları yastıklara yapışıp kalmasaydı eğer.
O büyük, o görkemli son, ölüm bile anlamını yitirirdi,
yaşanılası her şey yaşanmış olsaydı eğer.
O kadar da çekilmez olmazdı yalnızlıklar,
son umut ışığı da sönmemiş olsaydı eğer.
Bu kadar da ısıtmazdı belki de bahar güneşleri,
her kaybedişin ardından hayat yeniden başlamasaydı eğer.
Kahvaltıdan da önce sigaraya sarılmak şart olmazdı belki de,
dev bir özlem dalgası meydan okumasaydı eğer.
Anılarda kalırdı belki de zamanla ince bel,
namussuz çay bile ince belli bardaktan verilmeseydi eğer.
Uykusuzluklar yıkıp geçmezdi,
kısacık kestirmelerin ardından,
dokunulası ipekten bir o kadar uzakta olmasaydı eğer.
Issız bir yuva bile cennete dönüşebilirdi belki de,
sıcak bir gülüşle ısıtılsaydı eğer.
Yoksul düşmezdi yıllanmış şarap tadındaki şiirler böylesine,
kulağına okunacak biri olsaydı eğer.
İnanmak mümkün olmazdı her aşkın bağrında birayrılık gizlendiğinebelki de,
kartvizitinde "onca ayrılığın birincidereceden failidir"denmeseydi eğer.
Gerçekten boynunu bükmezdi papatyalar,
ihanetinden onlar da payını almasaydı eğer.
Issızlığa teslim olmazdı sahiller,
kendi belirsiz sahillerinde amaçsız gezintilerle avunmaya kalkmamış olsaydın eğer.
Sen gittikten sonra yalnız kalacağım.
Yalnız kalmaktan korkmuyorum da,
ya canım ellerini tutmak isterse...
Evet Sevgili, Kim özlerdi avuç içlerinin ter kokusunu,
kim uzanmak isterdi ince parmaklarına,
mazilerinde görkemli bir yaşanmışlığa
tanıklık etmiş olmasalardı eğer!! Can Yücel

Tahirle Zühre Meselesi

Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil,
bütün iş Tahirle Zühre olabilmekte
yani yürekte.
Meselâ bir barikatta dövüşerek
meselâ kuzey kutbunu keşfe giderken
meselâ denerken damarlarında bir serumu
ölmek ayıp olur mu?
Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.
Seversin dünyayı doludizgin
ama o bunun farkında değildir
ayrılmak istemezsin dünyadan
ama o senden ayrılacak
yani sen elmayı seviyorsun diye
elmanın da seni sevmesi şart mı?
Yani Tahiri Zühre sevmeseydi artık
yahut hiç sevmeseydi
Tahir ne kaybederdi Tahirliğinden?
Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil. Nazım Hikmet Ran

GÜÇ İSTEMİ

Nietzsche'nin üstinsan öğretisinin en önemli unsurlarından biri güç istemi nosyonudur. Buna göre, isteme diye bir şey yoktur, ancak bir şeyi istemek vardır. İsteme, kendini daimi kılmaya yönelik bir etkinliktir. Kendi yıkımına yöneldiğinde bile bir etkinlik olmayı sürdüren ve bu nedenle kendini daimi kılan bir etkinlik olan güç istemi, dünyadaki herşeyde bulunmaktadır. Güç istemi dünyadaki herşeyin birbirine bağlı olduğu ve karşılıklı bağımlılıklarım da tam olarak karakterlerine özgü olduğu gerçeğine dayanmaktadır. Bu bağlamda, güç istemi fiziksel veya zihinsel, belirli bir etki ve nüfuz alanını elinden geldiğince genişletmeye dayalı bir etkinliktir. Güç istemi metafizik bir görüş değildir. Çünkü dünyanın belirlenmemişliği ve değerlerin çokluğu üzerine vurgusu aracılığıyla, çoğul dünya görüşünün varolduğunda diretir. Güç istemi olarak isteme, daha çok gücü buyurmadır. Güç istemi özünde değer koyan istemedir. Güç istemi, kendi saf özünde açıkça ortaya çıkar çıkmaz, değer koymanın hem temeli hem de alanı olur. Güç, karşı konulmaz güç olmak istediği sürece, yaşamın hiçbir temeli onu yatıştıramaz. O öteye geçmek için daha güçlü olmayı ister. Böylece isteme sürekli bir şekilde, kendiyle aynı olarak geri döner.Başka bir deyişle, özü güç istemi olan varolanların varolma biçimi, ebedi tekerrrürdür. Bu anlamda güç istemi nihilizmin aşılmasının yoludur.

16 Şubat 2007 Cuma

BURSADA ZAMAN

BURSA'DA ZAMAN Bursada bir eski camii avlusu, Küçük şadırvanda şakırdayan su, Orhan zamanından kalma bir duvar Onunla bir yaşta ihtiyar çınar Eliyor dört yana sakin bir günü Bir rüyadan arta kalmanın hüznü İçinde gülüyor bana derinden Yüzlerce çeşmenin serinliğinden Ovanın yeşili göğün mavisi Ve mimarilerin en ilahisi Bir zafer müjdesi burda her isim Sanki tek bir anda gün, saat mevsim Yaşıyor zihnini geçmiş zamanın Hala bu taşlarda gülen rüyanın Güvercin bakışlı sessizlik bile Çınlıyor bir sonsuz devam vehmiyle Gümüşlü bir fecrin zafer aynası Muradiye sabrın acı meyvası Ömrünün timsali beyaz Nilüfer Türbeler camiler eski bahçeler Şanlı hikayesi binlerce erin Sesi nabzım olmuş hengamelerin Nakleder yadını gelip geçene Bu hayalde uyur Bursa her gece Her şafak onunla uyanır güler Gümüş aydınlıkta serviler güller Serin hülyasıyla çeşmelerinin Başındayım sanki bir mucizenin Su sesi ve kanat şıkırtısından Billur bir avize Bursa'da zaman Yeşil türbesini gezdik dün akşam Duyduk bir musiki gibi zamandan Çinilere sinmiş Kur'an sesini Fetih günlerinin saf neşesini Aydınlanmış buldum tebessümle İsterdim bu eski yerde seninle Başbaşa uyumak son uykumuzu Bu hayal içinde... Ve ufkumuzu Çepçevre kaplasın bu ziya bu renk Havayı dolduran uhrevi ahenk Bir ilah uykusu olur elbette Ölüm bu tılsımlı ebediyette Belkide rüyası eski cedlerin Beyaz bahçesinde su seslerinin

13 Şubat 2007 Salı

AMOR FATİ

Amor fati, kişinin kendi hayatına evet demesi, hayatını olduğu gibi bir daha ve bir daha yaşamamaya hazır olması, bu hayatın başka türlü olmasına imkan görmemesi, hayatına 'eğer' siz bakmasıdır. Hayata evet demek, olduğu gibi hayatı savunmak acıya da evet demek, acıyı da istemek ve savunmaktır. Bu aynı zamanda ebedi tekerrürü de onaylamayı gerektirir. Ebedi tekerrür, evrende zaten olup bitmiş olan herşeyin, çoktan gerçekleşmiş olduğunu ve aynı düzende sonsuz kereler tekrarlanacağını savunur. Ebedi dönüş deneyimiyle yaşamın trajik özelliğinden kurtulmaya çalışmaktan vazgeçip, yaşamı onaylamayı öğreniriz. Bu noktada ebedi dönüş düşüncesi hoşnut olmadığımız eylemlerimizi terketmemizin, yani benliğimizi dönüştürmemizin itici gücü olur. Kişinin ebedi dönüşte onayladığı şey, kendini alt etme olarak yaşamdır, öyleki ezeli ve ebedi olarak kendini yaratan ve kendini yok eden bir güç olarak yaşam ve yitip gitme, ölüm, değişim ve yokoluş olarak yaşamın yasası; bu karşıtlık ve savaşa da evet demeyi içerir. Batmakta olan insan kendisinden daha üstün ve daha soylu bir şeyin üzerine, ötesine geçmekte olduğundan kendisini kutsayacaktır.Yaşamın anlamı, yaşadığımız ve yaşayacağımız haliyle yaşamın kendisi dışında hiçbir yerde bulunmaz.Yapmakta olduğumuz herşey ve bunları yapma biçimimiz kim olduğumuzla ilgilidir. Bu anlamda Üstinsan yolculuğu insanın kendini keşfetme yolculuğudur. ''Yükseklere Çıkmak istiyorsanız kendi bacaklarınızı kullanınız. Gülmeyi öğrenin, kendinize gerektiğince gülmeyi. Kendinizden öte gülmeyi öğreniniz. Güzel gülmeyi de unutmayınız ha! ''

İNSAN KİRLİ BİR NEHİRDİR

''İnsan aşılması gerken kirli bir nehirdir! '' Güncel toplumsal ve bireysel varoluşlar gözlendiğinde görülecektir ki, içinde bulunduğumuz durum kaotik bir mahiyet arz etmektedir. Üstadın yüzyıldan fazla zaman önce hem de güpegündüz gözleri mizi kamaştırırcasına yakmış olduğu fener bugün daha bir anlam kazanmaktadır. Erken gelen delinin haber verdiği karanlık, bugün toplumsal ve bireysel varoluşlarımızın derinliklerine nüfuz etmiş bulunmaktadır. Evet, Tanrı öldü, onu biz öldürdük. Tanrısını kaybetmiş olmanın neden olduğu tutunumsuzluğun yarattığı kaygan zeminde, varoluşsal bir mimarlık anlamını yitirmektedir. Algılarımıza, düşünce yapımıza, duygusal dünyamıza ve bilinçlerimize saldıran bunca farklı odağın ortasında, varoluşsal bir inşa sürecini başlatmak ve müdahelesiz bir şekilde sürdürmek son derece zor görünmektedir. Peki bu noktada ne yapılmalıdır? Bu noktada yapılması gereken, kendimizden başlayarak varolan değerleri, değer yargılarını yıkmak ve bu yıkıntılarla birlikte batarak 'Son İnsan' ı altetmektir. Bulunduğumuz yol ayrımında yapacağımız tercih son derece önemlidir. Seçeceğimiz yol ya bizi egoizmin, hedonizmin, narsisizmin ve tüketim köleliğinin bataklığına sürükleyecek ya da bizi zincirlerimizden kurtararak üstinsanın varoluşsal inşasının izini sürmemizi sağlayacaktır. Üstinsanın izindeki bu yolculukta birlikte olmak dileğiyle, şimdilik bu kadar.

SON İNSANIN GÜN BATIMI

Son İnsanın ve onun sahip olduğu değerlerin gün batımı yakındır.Son insanın yarattığı putları yıkacak olan Üstinsan' ın doğuşu bütün karanlıkları boğacak ve son insanın gün batımının ardından pırıl pırıl güneşli bir gün gibi doğacaktır. Bu alacakaranlıkta yolumuzu aydınltacak olan aktif nihilizmden başka bir şey değildir. Artık insan batmalı, bu kirli nehir üstinsanın sularında kaybolup gitmeli. Dans etmeli herkes ve de kendine gülebilmeli. Bize tek gereken bir çekiç biraz da cesaret, yıkalım değersizleşen değerleri.